28/10/2018, 22:01
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 1.CUMHURBAŞKANI
GÖREV SÜRESi: 29 EKİM 1923-10 KASIM 1938
1881 yılında Selanik'te doğdu. İlk öğrenimini ve askeri öğrenci olarak orta öğreniminin bir kısmını Selanik'te yaptı. Manastır Askeri Lisesi'ni bitirdi. 1902 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1905 yılında Harp Akademisi'nden mezun oldu. Orduda çeşitli vazifeler aldı. 1913 yılında Sofya'da Ataşe Militer olarak bulundu.
Birinci Dünya Harbi sırasında, Çanakkale Muharebelerinde Tümen Komutanı olarak görev yapıı. 1916 yılından itibaren, Doğu ve Güney cephelerinde Kolordu ve Ordu Komutanlığı yaptı. Bitlis ve Muş'u düşman işgalinden kurtaran kuvvetlerin başındaydı. Filistin ve Suriye cephelerinde görev aldı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra Sevr Anlaşması hükümlerine dayanılarak ülkenin yabancılar tarafından işgali üzerine, son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin tarafından Anadolu'ya gönderildi. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkarak Türk milli mücadelesini başlattı. Amasya Genelgesi, Sivas ve Erzurum Kongrelerini topladı. Askerî görevlerinden istifa ederek, 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni topladı. Meclis Başkanı seçildi. 5 Ağustos 1921'de Başkomutanlık görevini üstlenerek, Anadolu'nun Yunan işgalinden kurtarılması için mücadele etti. Sakarya Meydan Savaşı'nı kazandı. 19 Eylül 1921'de Meclis tarafından kendisine Mareşal ve Gazi ünvanı verildi.
26 Ağustos 1922'de işgalci Yunan kuvvetlerine karşı Büyük Taarruz'u başlattı. Beş gün sonra 30 Ağustos 1922'de Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanıldı. Lozan Barış Konferansı'ndan sonra, 11 Ağustos 1923'de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yeniden Başkan olarak seçildi. 9 Eylül 1923'de kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanlığı'na seçildi.
29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in ilan edildiği gün, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. Dört dönem üst üste seçildi. 10 Kasım 1938 tarihinde öldü.
ESERLERİ:
Atatürk'ün Özel Mektupları
Mustafa Kemal Atatürk
Kaynak Yayınları / Siyasal Tarih ve Türkiye Dizisi
Atatürk Konuşuyor
"Nutuk Öncesi"
Mahmut Soydan, Falih Rıfkı Atay
Tekin Yayınevi
Bu kitap için anılarını kağıda döken Falih Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan'a Atatürk'ün özel demeci "Benim anlattıklarım ve anlattıklarımı değerlendirmek için size verdiğim
belgeler okunduktan sonra, bütün Türk milletini, özellikle Türk aydınlarını vicdan ve fikir hesaplaşmasına çağırmak isterim. "Anılar" diye size anlattığı bu hikayelerin, zamanımıza kadar birtakım Devlet büyüklerinin anılarını yayımlamak sevdasına benzer bir eğilimden doğmuş olduğunu sanmayınız. Eğer ben, bu gerçekleri size söylüyorsam ve milletimize ulaştırıyorsam, elbette bundan, büsbütün başka bir amacım vardır. Bu amaç ne olabilir?... Bunu burada açıklayamam. Fakat benim tasarladıklarımı, düşüncelerimi içtenlikle ulaştıran bu yazılar okunduktan sonra, kuşku duymam ki milletim, kendi kendine durumu öğrenecek, değerlendirebilmek için gerekli belgelere sahip olacaktır.
Dediklerimi, olaylar eylemlerle kanıtlamamış olsaydı, bu sözlerimin kapsadığı gerçeği -güç anlaşılabilir düşüncesiyle-, bir zaman daha yayımlamakta ağır
davranmaya belki gerek görürdüm."
HAKKINDA YAZILANLAR
Atatürk'ten Anılar
Kemal Arıburnu
İnkılap Kitabevi / Atatürk İle İlgili Kitaplar
Atatürk'ün düşüncelerini ve kişiliğini ortaya koymak ve değişik yönleriyle anlatmak çabasını güderken, çok dar bir çerçeve içinde de olsa, O'nu anlatanların da bu ortam içindeki yerlerine ve kişiliklerine de değinmiş bulunuyorum.Her anı ve izlenimin büyük bir değeri vardır. Uzun ve görkemli bir dönemin güçlü komutanları, tarihçileri, şairleri, yazarları, romancıları, müzisyenleri ve halk ozanları hep O'nu anlatmaya, ressamları O'nu çizmeye, heykeltraşları O'nu yontmaya çalışmışlardır. Bu anlatılanlar, hep gönüldeki Atatürk'tür. O'nu
gönüllerinde duymayanlar, davasına baş koymayanlar, başlarını omuzlarının üzerinde bir yük gibi taşıyanlar O'nu anlatamazlardı ki...
Atatürk'ün Avrasya Devleti
İsmet Bozdağ
Tekin Yayınevi
Atatürk'ün gözünde Milli Misak'ın anlamı nedir? Milli Mücadele'de, Sovyetlerden, ne zaman ve ne kadar yardım aldık? İran'a 1923 yılında Uçak armağan ettik mi? Neden?...
Enflasyonun yüzde 250'lerde olduğu 1924 yılında 100.000 altın harcayarak: "Türkiyat Enstitüsü" kurduk, "Etnografya Müzesi"nin temellerini attık mı?..
Niçin?.. Dil Kurumu, Tarih Kurumu'nun kurulmasında gözetilen hedef nedir? Bu Hedef'den Kim ve niçin saptı?.. Atatürk ve İnönü hangi fikirde çatıştılar?.. Kim haklı idi?..
Atatürk, İnönü'nün çocuklarına okumalarını sağlamak için mirasından pay ayırdı mı?.. Niçin?.. Atatürk'ün "Siyasi Vasiyeti" var mı?.. Neydi ve uygulanmasını kim önledi?..
Atatürk, kimin Cumhurbaşkanı olmasını istiyordu? Kim oldu?.. Bütün bu soruların cevapları, bu kitapta!
Atatürk'ün Fikir Sofrası
İsmet Bozdağ
Tekin Yayınevi
Atatürk'ün akşam sofralarına çok ilişildi; "Yaran sofrası" denildi; "Malum Zevat Sofrası" denildi; hatta "Sarhoş Sofrası" diyenler bile oldu. Bu kitap, Atatürk'ün akşam sofralarının gerçeğini, en sağlam kaynaklardan soruşturarak, onların verdiği bilgilerle yazılmıştır. Atatürk'ün en yakınlarından alınan her bilgi, aynı olayın görgü tanıkları ile pekiştirilmiş, hafıza yanlışları düzeltilmiş ve gerçeğe en yakın biçime dönüştürülmüştür.
Atatürk sofralarını en iyi anlatan söz, yine Atatürk'ün sözüdür: "Hükümet Uyandı; Hadi Biz Artık Yatalım!"
Atatürk ve Pietro Canonica
Semavi Eyice
Eren Yayıncılık
Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor
Salih Bozok
Doğan Kitapcılık İstanbul 2001
"Atatürk'le birlikte yaptığım seyahetlere dair bazı defterde notlarım olduğu gibi, Atatürk'ün bana gönderdiği çok kıymetli mektupları vardır. Bunları neşretmek için benden satın almak isteyenler olmuştur, fakat Atatürk buna müsaade etmedi ve 'Bunları biz öldükten sonra neşretmek üzere çocuklarına miras bırak' dedi. Ben de onun için hepsini muhafaza ederek size miras bıraktım".
İşte Salih Bozok'un bu mirası, ölümünün 60. yıldönümünde oğlu Muzaffer Bozok tarafından yayımlıyor.
Esir aldığı Trikopis'e Napolyon'u örnek gösteren...
İzmirde kendisine diklenen İngiliz konsolosu odasından kovan...
Annesinin mezarının başında ulusal egemenlik yemini eden bir Mustafa Kemal bulacaksınız.
Tabiî Latife Hanım'la evlenmelerinin ve boşanmalarının öyküsü,
İnönü ile küslüklerinin içyüzünü, sofrada kopan kimi kavgaların ilginç ayrıntılarını ve Atatürk'ün hastalığının perde arkasını da...
Cumhurbaşkanı Gazi M. Kemal Paşa'nın Sonbahar Gezileri
Nuri Onat
Çağdaş Yayınları / Tarih-Anı-Gezi-Olay Dizisi
Devrim tarihimizdeki yeri çok önemli bir kitap bu. O yılların ünlü deyimi ile "Gazi" Mustafa Kemal Paşa'nın 1924 güzünde, uzun süren bir yurt gezisindeki söyleşileri, demeçleri ve söylevleri yanında, geziden izlenimler, içten coşkulu, sevgi dolu karşılama ve uğurlamalar, vurucu bir dille anlatılmış...
Hümanist Atatürk
Hamdi Ülkümen
Çağdaş Yayınları
İster günümüzde yaşasın ister tarihte yaşamış olsun, insanın sevdiği, saygı duyduğu, onu her anımsayışta heyecanlanıp mutlu olduğu insanlar vardır. Hamdi Ülkümen için Atatürk işte o büyük insandı. ... Yunus Nadi'nin de yakın dostuydu. Birlikte çalışmışlardır. Hamdi Ülkümen'in bir devrim lisesi açması üzerine, onun eğitimciliği ve okulculuğu üzerine Yunus Nadi'nin Cumhuriyet'e yazdığı bir başyazıyı da bu kitapçığın sonunda bulacaksınız.
HABER
Atatürk ve Filistin
Ortadoğu’nun Batı emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz
Atatürk’ün 27 Temmuz 1937 yılında TBMM’de yaptığı konuşma:
Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar’dan uzak kaldık.
Fakat, kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.
Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.
Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik.
Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamberin son arzusunu, yani Mukaddes
Toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.
Cetlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah’ın inayetiyle kuvvetliyiz.
Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp, icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü,
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 27.7.1937 tr. Ve 438-A sayı
HAKKINDA YAZILANLAR
Atatürk’ün soyağacı 85 yıl sonra yayımlandı
Sefa Kaplan
Hürriyet 2 Kasım 2009
85 yıldır ortada görülmeyen ve Atatürk’ün akrabalarından Ahmet Esmen’in elinde bulunan bu soyağacı, NTVTarih tarafından yayımlandı.
Soyağacı, başta Rıza Nur olmak üzere pek çok kişi tarafından Atatürk hakkında öne sürülen iddiaların niçin ciddiye alınmaması gerektiğini bir
kez daha seriyor gözler önüne.
Mustafa Kemal’in ailesi hakkında öteden beri, neredeyse tamamı dedikodu niteliğinde olan ve itibarını zedelemeyi amaçlayan söylentiler ortaya atılmıştır. Mustafa Kemal’in, 1924 yılında Bayındırlık Bakanı olan kuzeni Süleyman Sırrı Bey ile birlikte hazırladığı soyağacı, bütün bu iddialara cevap niteliği de taşıyor.
TÜRKİYE’de öteden beri Atatürk’le uğraşmanın en ucuz yollarından birisi, ailesi ile ilgili iddialar ortaya atmaktır. Bunlardan en ünlüsü ise Sağlık ve Eğitim Bakanlığı da yapan Dr. Rıza Nur tarafından ‘Hatıratım’da dile getirilmiştir. Cumhuriyet dönemi çalışan tarihçiler doğal olarak gülüp geçmişlerdir bu türden iddialara ama Atatürk’ü yıpratmayı yahut ismini zedelemeyi amaçlayanlar da bundan bir türlü vazgeçmemişlerdir.
İşte NTVTarih Dergisi’nin Kasım sayısında ilk kez yayımlanan Atatürk’ün soyağacı, bu türden iddialara da cevap niteliği taşıyor. Derya Tulga ile Ayşegül Parlayan’ın imzasını taşıyan haber, Atatürk’ün soyağacı konusunda yapılan çalışmaların genel bir özetini de veriyor. Ancak, asıl önemli olan, 85 yıl sonra ilk kez yayımlanan bu soyağacının doğrudan Mustafa Kemal tarafından hazırlanması. Dergide yer alan bilgilere göre, Mustafa Kemal, kendisi gibi Hacı Abdullah Ağa’nın torununun torunu olan ve Cumhuriyet’in ilk Bayındırlık Bakanlığı görevini yürüten Süleyman Sırrı Bey ile birlikte oturup soyağacını hazırlamaya başlıyor.
Dergiden takip ediyoruz:
MUSTAFA KEMAL HAZIRLADI
“Zübeyde Hanım dahil aile büyüklerinin peşpeşe hayata veda etmeleri, belki de bu kararın alınmasını etkilemiştir. Çalışmada diğer kağıtlara göre katlamaya biraz daha dayanıklı olan ve tuval olarak da kullanılan beyaz keten resim kağıdı seçilir. İş bittikten sonra Gazi, Süleyman Sırrı’ya kendisinden sonra bu şecereyi muhafaza etmesini tembihler. Fakat o sırada zor şartlarda çalışan Süleyman Sırrı Bey, 51 yaşında vefat eder. Böylece şecere, Süleyman Sırrı’nın ilk evliliğinden olan kızı Gülseren Hanım’la oğlu Fikri Ziya Aral’a miras kalır. Yeni kuşakların eski yazıdan anlamadıkları için şikâyet etmeleri üzerine Aral, 1987’de bunu Latin alfabesine çevirir, yeni kuşakları ekler ve kısa süre sonra vefat eder. Gülseren Hanım’a kalan aile emaneti 2009’da onun da vefatıyla tek çocuğu Ahmet Esmen’in eline geçer.”
SOYAĞACI AHMET ESMEN'DE
Peki ama bu kadar kıymetli bir belge, nasıl olmuş da bugüne kadar kütüphane raflarında kalmıştır? Ahmet Esmen şöyle diyor: “Durumu anlayabilecek yaşa geldiğimde annemle babam beni karşılarına alıp, ‘Tesadüfler bu kıymetli insanla aynı soydan gelmene sebep oldu. Senin bunda hiçbir marifetin yok. Ayrıca hepsinden önemlisi, akrabalığın verdiği bir mesuliyet var’ dediler.”
SOYAĞACI HANGİ YALANLARI ÇÜRÜTÜYOR
Dergİdekİ yazıda, 85 yıl sonra ortaya çıkan soyağacının bugüne kadar ortalıkta dolaşan pek çok iddiayı çürüttüğü de belirtiliyor:
“Pek çok yerde ortaya atılan Zübeyde Hanım’ın Hacı Sofiler’den olduğu iddiası bu şecereyle çürüyor. Çünkü bu aile Mustafa Kemal’in değil, şecerede görüldüğü gibi Hacı Sofilere gelin giden Gülsüm Molla yoluyla Süleyman Sırrı’nın sülalesi. Bazı kaynaklar, Zübeyde Hanım’ın babasının tam üç kere evlendiğini kaydetmesine rağmen şecerede bunu göremiyoruz. Israrla Atatürk’ün teyzesinin oğlu iddia edilen eski TKP liderlerinden Reşat Fuad Baraner de şecerede gözükmüyor, zaten şecereye göre Atatürk’ün teyzesi yok, iki dayısı var.”
MAKEDONYA TÜRK ŞİİRİNDE ATATÜRK
Avni ENGÜLLÜ, araştırmacı-yazar
Makedonya Türk şiirinde Mustafa Kemal Atatürk’ün konu edildiği, ona adanmış şiirlerin azlığından-çokluğundan söz etmenin gereksiz olduğunu gösteren başlıca kanıt, bu şiirlerden bir kitap dolusu bir seçmeliğin rahatça yapılabileceğidir. "Makedonya Türk Şiirinde Atatürk" denince, bunun birçok yanıyla değerlendirilmesinin bir gereklilik olduğu da bellidir. Öyle ki, Makedonyalı Tür şairlerinde Atatürk’ü konu edinen, ona, yapıtına adanan şiirlerin sadece bulunduğunu anmakla yetinmek doğru olmaz. Buradan giderek de, konuya daha değişik bir yönden yanaşmayı doğru bulduk.
Atatürk’ün bir halk ya da halkçı devrimi gerçekleştirdiği dönemde, Türkiye’de cumhuriyetin boy gösterdiği yıllarda, böylesi halkçı yönetimlerden yoksun olan ülkelerin sayısı da az değil. O yıllarda, bu ülkeler arasında içine Makedonya’yı da kapsayan Krallık Yugoslavya’nın da bulunduğu bilinen bir gerçektir. Yugoslavya’da Türk olmayan aydınlar arasından çıkan kalem erleri, Atatürk’ün yapıtını kendi ortamlarında dile getirip değerinden söz ediyorlardı. Onun yapıtında, insanlığa yeni çevrenlerin açıldığını gören, o dönemin Yugoslavya’sında yaşayan öteki ezik halklar arasında Türkler de bulunuyorlardı. Onlar ana ülkelerinde yenileşmeyi içten yaşayarak, bu yenileşmeyi aralarında dile getirmek gereksinimini de duyuyorlardı.
Her ulusta şiire bir bağlılık sezilmektedir. Şiirle duygularını daha rahat, daha içeriksel açıklanabildiğinden olacak ki, böylesine durumlarda onlar şiire baş vurmaktalardı. Şiire olan bağlılıksa Türklerde biraz daha büyük olsa gerek. Bu, onların şiirle geleneksel bir bağ içinde olduklarından ileri geliyordu her halde.
Nedir ki, hakların ciddi olarak kısıtlandığı bir dönemde, Türk halkı kendi dilinin yitirilmemesini, özellikle halk yazını türünden örneklerle sağlıyor. İşte bu yıllarda konumuzun işlenmesini kolaylaştıran, az da olsa, kimi yazın örneklerine rastlıyoruz. Yugoslavya ve dolayısıyla bu sınırlar içinde bulunan ama adı anılmayan Makedonya'da Türk halkı, Türkiye’nin kurtarıcısının dünyada, özellikle balkanlarda, toplumsal yaşamaya yeni bir soluk getireceğine inanıyordu. Bundan olacak o, bunu şiirleştirip türküleştirmeye çalışıyor:
"... Anadolu mert yeridir
Kemal Paşa rehberidir
Ordumuz da nam kazandı
Çünkü anın her yeridir.
İstihkâmın içi derin
Kurşun yağar karın karın
Biz kurşundan çekinmeyiz
Kader ne ise bulur yerin.
Pek şanlıyız,
Pek namlıyız... "
Yayın etkinliğinin gerçek bir yönde gelişmemesi, yayınlanan gazetelerin bir yandan hiç denecek kadar az oluşu, öte yandan o zamanki kralcılığı önde tutan partilerin bir bakıma yayın organlığını yapmaları, halk arasında doğan bu şiir örneklerinin kaydını önlemiştir. Bu dönemde ilginç bir şey daha görülüyor. Atatürk devrimi yalnızca bura Türkleri arasında değil, özgürlükçü öteki halklar arasında da seviliyor, övülüyor. Atatürk’ün başlattığı kurtuluş savaşı, özgürlük severlerce Boşnakça söylenen bir destanda şöyle dile getiriliyor.
"...Ovog lijeta petoga nisana
Ferman stiže Mustaf’e Kemala,
Ethem Paši na grčkoj granici
Nek su hazur svi danas vojnici.
U subotu jedanaest sahati
Valja nama, deco, napisati
Ko pogine na dugu mejdanu
Nek halali Mustafu Kemalu
Kemal njega zaboravit neče
Dok se sunce oko zemlje kreče..."
Aynı dizeleri, anlamını koruyarak şöyle Türkçeleştirebiliriz.
"...Yunan sınırında Ethem Paşa’ya ilk elden
Ferman ulaştı Mustafa Kemal’den,
Bu yılın Nisan ayının beşinde
Hazır olmalı erler, savaş eşiğinde.
Günlerden cumartesi, saatin onbiri
Bize saldırmak düşer, çocuklar, ileri,
Savaş meydanında şehit düşecek olanlar
Mustafa Kemal’e hakkını helâl etmeli onlar
Dünya etrafında güneş döndükçe
Kemal de unutmaz onları, bunu bildikçe... "
Bu dilde buna benzer örneklerin daha da bulunduğuna inanmaktayız. Her nasıl olursa olsun, tarih buralarda yaşayan halkları birbirine kardeş etmiştir. Tarihçiler çıkar, bunu bir başka bir biçimde göstermeye çalışabilirler, oysa halk, bunu yapmacık bir davranış olduğundan içine sindiremez. Bunu bir destandan alınmış dizelerle de örneklemeye çalışalım. Boşnak dilindeki şiire yakın bir içerikte, bir de Arnavutça destan var. Arnavut halkının söylediği bu destanda da Atatürk’ün yapıtı şiirleştirilmektedir:
"...Emën të ri pashës ja ka vue
Emën të ri ni emën te madhë
Heu, ju vu emnin Mustafa Qemalë... ej.
Të shtat kralat në kom jan çue
Me Qemalin dona me luftue!...
Mir Qemali na u ngrit në kom,
Kush osht turk me din me imon-e
Çeksaj rendi ka me u ngrit në kome
Heu, sot t’hakatje për vatone, ej... "
Aynı dizeleri yine anlam bütünlüğüyle şöyle Türkçeleştirebiliriz:
"... Yeni addır verdik bizler paşamıza
Öyle yenice, uluca bir ad behey,
Hey, Mustafa Kemal adını taktık, hey.
Ayağa kalkmıştı yedi kral giderek,
Kemal’le savaşa hazırız, diyerek.
İyi ki Kemal ayaklandırdı bizi,
Türk olan herkese, diniyle imanıyla
Ayağa kalkıp baş kaldırma zamanı ,
Hey, yurt uğruna çaba sunmanın anı... "
Burada bir örneğin daha verilmesi herhalde yerinde olur. Yine arnavutça olarak bir dörtlük var.
Rnoftë Mustafa Qemal Pasha
Me m’ja e me vjetë!///
I punoftë krejtë m’let’
N'gur' e dru e bjeshkë t'shkretë!!!
(Fahriye Spahiu, 1912-1980)
Bunu Türkçe olarak da verelim:
Yaşasın Mustafa Kemal Paşa
Binlerce yıl yaşasın o...
İşgüzar olsun milletin
Taş ağaç çatlasa şu kara dağda.
HABER
Atatürk'ün kendi ağzından hayat hikayesi
Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ocak 1922’de Vakit Gazetesi’nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin'e (Yalman) verdiği mülakatında kendi hayatını şöyle anlatmıştı:
Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilâhîlerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okulu’na devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı.
Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım.
Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okulu’na yazıldım.
Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum.
Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selânik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selânik’te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı.
Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı.
Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum.
O sırada annem Selânik’e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu.
Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldu bitti olmuş oldu.
Ortaokul’da en çok matematiğe ilgi duydum.
Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.
Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun!
O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize:
“Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım” dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak;
“Ben bundan iyi yaparım dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi.
Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızca’da geri idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulu’nun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim.
O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu, Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı.
“Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende kalıcı oldu.
Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okulu’na geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.
İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk.
Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Beyin kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu, Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu.
Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık.
Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk.
Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulu’nda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum.
O zaman okullar müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış;
“Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor” denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş
Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşaya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu.
Çıkarken; “Yalnız izinsizlikle yetinebilir” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi.
Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu.
Bu sırada Fethi Bey adına eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik.
İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saray’a mensub bir de yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşanın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saray’a götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, Başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilât kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar.
Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selânik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kur’a çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kur’aya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilâtlar bulunduğuna delil diye telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzülerle bazı meseleler vardı. Dürzüler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım.
“Hürriyet Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı.
Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilât daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim.
Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi” şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı.
Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selânik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşanın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik’e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından Meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selânik’e girdim. Bir gece, Şükrü Paşayı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selânik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesini kurdum.
Selânik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum.
Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım.
Selânik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakkî ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selânik’e gelmiş. “Terakkî ve İttihat Derneği’nin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilân edildi.
Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsî gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.
Bu kötülükleri bir yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı.
Mesele şundan ibaretti: İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysa ki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi.
Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri” denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçe’ye çevirisini düşünerek “Hareket Ordusu” deyimini kullandım.
31 Mart meselesi çözümlenince yeniden Selânik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım.
Meşrutiyetin ilânından sonra teşkilât kurmak için Trablusgarb’a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakkî Kongresi’ne delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat ve Terakkî’nin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü.
Bundan sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selânik Kolordusu Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni 38.Piyade Alayı’na komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada Selânik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı görüldü. O zaman Selânik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmay’da bir göreve atadılar.
Selânik’te bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken, Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü.
İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi kuvvetleri komutanlığında bulundum.
Asıl memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm.
Bu yılın sonunda Genel Savaş ilân olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda kurulan 19.Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16. Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslar’dan geri alınmasıdır.
Savaşın son aşamasında bazı düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm.
O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman genel karargâhına gittik ve Alman batı cephesinin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok inandım.
O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi.
Bu geziden hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’da kaldım.
Diğer yandan Sina cephesinde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki oldu!
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Ordu’ya komutan atandığımdan söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığı’na yeniden başlamak üzere Nablus’a gittim.
Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken hemen kabineyi (Hükümet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi kabine kuruldu, ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim.
İstanbul’a ulaştığımda benim gözümde durum şu idi, Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi
Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclis’in dağıtılmasına şahit olduk.
İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü.
İstanbul’da oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki; hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım.
Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu.
İzlediğim çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim.
Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık.
Milletvekillerinin yeniden seçilmesi, Meclis’in İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclis’in işgale uğraması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturmaya girişilmiş ve böylece 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlât-ı Esâsiye (Anayasa) Kanununda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: millî egemenliğin tümüyle ortaya çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî hakimiyetimizin bir kişi, ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir.
Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı.
Halkçılık teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş hâlini de düşünürsek Meclis’in çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını takdir etmemek imkânsızdır.
Misak-ı Millî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır.
Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır.
Bu gerçeklikleri millî iman tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.
Küçük bir program kadrosu söylemek gerekirse; Teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.
Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hale getirilecek, millet refah sahibi olacaktır.
Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir.
Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabiî. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisi’nin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun, türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği yüksektir.
Buna karşılık bazı özel inanışların varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve şahsî programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi kabul edileceğini sanmıyorum.
Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı herhangi bir program filânın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın olabilir.
Misak-ı Millî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur
HABER
Atatürk'ün baba tarafı Yörük, anne tarafı Türkmen
Habertürk 22 Nisan 2014
Anıtkabir Komutanlığı 23 Nisan’da Anıtkabir’i ve 81 ilde garnizon komutanlıklarını ziyaret edecek çocuklara armağan etmek üzere “Atatürk ve Çocuk” kitabı hazırladı.
Kitabın ilk bölümü şöyle: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1881’de Selanik’te Kocakasım Mahallesi, Islahhane Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu.
YÖRÜK
Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır.
Baba tarafından dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi 14-15. yüzyıllarda karaman’dan Makedonya’ya, Kocacık’a yerleşmiş Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörüklerindendir.
KONYARLAR TÜRKMENİ
Annesi Zübeyde Hanım ise Selanik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş köklü bir Türk ailesinin kızıdır.
Annesinin ailesi de Karaman’dan gelen ve Rumeli’de “Konyarlar” diye bilinen Türkmenlerdendir.”
GÖREV SÜRESi: 29 EKİM 1923-10 KASIM 1938
1881 yılında Selanik'te doğdu. İlk öğrenimini ve askeri öğrenci olarak orta öğreniminin bir kısmını Selanik'te yaptı. Manastır Askeri Lisesi'ni bitirdi. 1902 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1905 yılında Harp Akademisi'nden mezun oldu. Orduda çeşitli vazifeler aldı. 1913 yılında Sofya'da Ataşe Militer olarak bulundu.
Birinci Dünya Harbi sırasında, Çanakkale Muharebelerinde Tümen Komutanı olarak görev yapıı. 1916 yılından itibaren, Doğu ve Güney cephelerinde Kolordu ve Ordu Komutanlığı yaptı. Bitlis ve Muş'u düşman işgalinden kurtaran kuvvetlerin başındaydı. Filistin ve Suriye cephelerinde görev aldı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra Sevr Anlaşması hükümlerine dayanılarak ülkenin yabancılar tarafından işgali üzerine, son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin tarafından Anadolu'ya gönderildi. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkarak Türk milli mücadelesini başlattı. Amasya Genelgesi, Sivas ve Erzurum Kongrelerini topladı. Askerî görevlerinden istifa ederek, 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni topladı. Meclis Başkanı seçildi. 5 Ağustos 1921'de Başkomutanlık görevini üstlenerek, Anadolu'nun Yunan işgalinden kurtarılması için mücadele etti. Sakarya Meydan Savaşı'nı kazandı. 19 Eylül 1921'de Meclis tarafından kendisine Mareşal ve Gazi ünvanı verildi.
26 Ağustos 1922'de işgalci Yunan kuvvetlerine karşı Büyük Taarruz'u başlattı. Beş gün sonra 30 Ağustos 1922'de Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanıldı. Lozan Barış Konferansı'ndan sonra, 11 Ağustos 1923'de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yeniden Başkan olarak seçildi. 9 Eylül 1923'de kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanlığı'na seçildi.
29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in ilan edildiği gün, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. Dört dönem üst üste seçildi. 10 Kasım 1938 tarihinde öldü.
ESERLERİ:
Atatürk'ün Özel Mektupları
Mustafa Kemal Atatürk
Kaynak Yayınları / Siyasal Tarih ve Türkiye Dizisi
Atatürk Konuşuyor
"Nutuk Öncesi"
Mahmut Soydan, Falih Rıfkı Atay
Tekin Yayınevi
Bu kitap için anılarını kağıda döken Falih Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan'a Atatürk'ün özel demeci "Benim anlattıklarım ve anlattıklarımı değerlendirmek için size verdiğim
belgeler okunduktan sonra, bütün Türk milletini, özellikle Türk aydınlarını vicdan ve fikir hesaplaşmasına çağırmak isterim. "Anılar" diye size anlattığı bu hikayelerin, zamanımıza kadar birtakım Devlet büyüklerinin anılarını yayımlamak sevdasına benzer bir eğilimden doğmuş olduğunu sanmayınız. Eğer ben, bu gerçekleri size söylüyorsam ve milletimize ulaştırıyorsam, elbette bundan, büsbütün başka bir amacım vardır. Bu amaç ne olabilir?... Bunu burada açıklayamam. Fakat benim tasarladıklarımı, düşüncelerimi içtenlikle ulaştıran bu yazılar okunduktan sonra, kuşku duymam ki milletim, kendi kendine durumu öğrenecek, değerlendirebilmek için gerekli belgelere sahip olacaktır.
Dediklerimi, olaylar eylemlerle kanıtlamamış olsaydı, bu sözlerimin kapsadığı gerçeği -güç anlaşılabilir düşüncesiyle-, bir zaman daha yayımlamakta ağır
davranmaya belki gerek görürdüm."
HAKKINDA YAZILANLAR
Atatürk'ten Anılar
Kemal Arıburnu
İnkılap Kitabevi / Atatürk İle İlgili Kitaplar
Atatürk'ün düşüncelerini ve kişiliğini ortaya koymak ve değişik yönleriyle anlatmak çabasını güderken, çok dar bir çerçeve içinde de olsa, O'nu anlatanların da bu ortam içindeki yerlerine ve kişiliklerine de değinmiş bulunuyorum.Her anı ve izlenimin büyük bir değeri vardır. Uzun ve görkemli bir dönemin güçlü komutanları, tarihçileri, şairleri, yazarları, romancıları, müzisyenleri ve halk ozanları hep O'nu anlatmaya, ressamları O'nu çizmeye, heykeltraşları O'nu yontmaya çalışmışlardır. Bu anlatılanlar, hep gönüldeki Atatürk'tür. O'nu
gönüllerinde duymayanlar, davasına baş koymayanlar, başlarını omuzlarının üzerinde bir yük gibi taşıyanlar O'nu anlatamazlardı ki...
Atatürk'ün Avrasya Devleti
İsmet Bozdağ
Tekin Yayınevi
Atatürk'ün gözünde Milli Misak'ın anlamı nedir? Milli Mücadele'de, Sovyetlerden, ne zaman ve ne kadar yardım aldık? İran'a 1923 yılında Uçak armağan ettik mi? Neden?...
Enflasyonun yüzde 250'lerde olduğu 1924 yılında 100.000 altın harcayarak: "Türkiyat Enstitüsü" kurduk, "Etnografya Müzesi"nin temellerini attık mı?..
Niçin?.. Dil Kurumu, Tarih Kurumu'nun kurulmasında gözetilen hedef nedir? Bu Hedef'den Kim ve niçin saptı?.. Atatürk ve İnönü hangi fikirde çatıştılar?.. Kim haklı idi?..
Atatürk, İnönü'nün çocuklarına okumalarını sağlamak için mirasından pay ayırdı mı?.. Niçin?.. Atatürk'ün "Siyasi Vasiyeti" var mı?.. Neydi ve uygulanmasını kim önledi?..
Atatürk, kimin Cumhurbaşkanı olmasını istiyordu? Kim oldu?.. Bütün bu soruların cevapları, bu kitapta!
Atatürk'ün Fikir Sofrası
İsmet Bozdağ
Tekin Yayınevi
Atatürk'ün akşam sofralarına çok ilişildi; "Yaran sofrası" denildi; "Malum Zevat Sofrası" denildi; hatta "Sarhoş Sofrası" diyenler bile oldu. Bu kitap, Atatürk'ün akşam sofralarının gerçeğini, en sağlam kaynaklardan soruşturarak, onların verdiği bilgilerle yazılmıştır. Atatürk'ün en yakınlarından alınan her bilgi, aynı olayın görgü tanıkları ile pekiştirilmiş, hafıza yanlışları düzeltilmiş ve gerçeğe en yakın biçime dönüştürülmüştür.
Atatürk sofralarını en iyi anlatan söz, yine Atatürk'ün sözüdür: "Hükümet Uyandı; Hadi Biz Artık Yatalım!"
Atatürk ve Pietro Canonica
Semavi Eyice
Eren Yayıncılık
Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor
Salih Bozok
Doğan Kitapcılık İstanbul 2001
"Atatürk'le birlikte yaptığım seyahetlere dair bazı defterde notlarım olduğu gibi, Atatürk'ün bana gönderdiği çok kıymetli mektupları vardır. Bunları neşretmek için benden satın almak isteyenler olmuştur, fakat Atatürk buna müsaade etmedi ve 'Bunları biz öldükten sonra neşretmek üzere çocuklarına miras bırak' dedi. Ben de onun için hepsini muhafaza ederek size miras bıraktım".
İşte Salih Bozok'un bu mirası, ölümünün 60. yıldönümünde oğlu Muzaffer Bozok tarafından yayımlıyor.
Esir aldığı Trikopis'e Napolyon'u örnek gösteren...
İzmirde kendisine diklenen İngiliz konsolosu odasından kovan...
Annesinin mezarının başında ulusal egemenlik yemini eden bir Mustafa Kemal bulacaksınız.
Tabiî Latife Hanım'la evlenmelerinin ve boşanmalarının öyküsü,
İnönü ile küslüklerinin içyüzünü, sofrada kopan kimi kavgaların ilginç ayrıntılarını ve Atatürk'ün hastalığının perde arkasını da...
Cumhurbaşkanı Gazi M. Kemal Paşa'nın Sonbahar Gezileri
Nuri Onat
Çağdaş Yayınları / Tarih-Anı-Gezi-Olay Dizisi
Devrim tarihimizdeki yeri çok önemli bir kitap bu. O yılların ünlü deyimi ile "Gazi" Mustafa Kemal Paşa'nın 1924 güzünde, uzun süren bir yurt gezisindeki söyleşileri, demeçleri ve söylevleri yanında, geziden izlenimler, içten coşkulu, sevgi dolu karşılama ve uğurlamalar, vurucu bir dille anlatılmış...
Hümanist Atatürk
Hamdi Ülkümen
Çağdaş Yayınları
İster günümüzde yaşasın ister tarihte yaşamış olsun, insanın sevdiği, saygı duyduğu, onu her anımsayışta heyecanlanıp mutlu olduğu insanlar vardır. Hamdi Ülkümen için Atatürk işte o büyük insandı. ... Yunus Nadi'nin de yakın dostuydu. Birlikte çalışmışlardır. Hamdi Ülkümen'in bir devrim lisesi açması üzerine, onun eğitimciliği ve okulculuğu üzerine Yunus Nadi'nin Cumhuriyet'e yazdığı bir başyazıyı da bu kitapçığın sonunda bulacaksınız.
HABER
Atatürk ve Filistin
Ortadoğu’nun Batı emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz
Atatürk’ün 27 Temmuz 1937 yılında TBMM’de yaptığı konuşma:
Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar’dan uzak kaldık.
Fakat, kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.
Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.
Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik.
Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamberin son arzusunu, yani Mukaddes
Toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.
Cetlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah’ın inayetiyle kuvvetliyiz.
Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp, icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü,
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 27.7.1937 tr. Ve 438-A sayı
HAKKINDA YAZILANLAR
Atatürk’ün soyağacı 85 yıl sonra yayımlandı
Sefa Kaplan
Hürriyet 2 Kasım 2009
85 yıldır ortada görülmeyen ve Atatürk’ün akrabalarından Ahmet Esmen’in elinde bulunan bu soyağacı, NTVTarih tarafından yayımlandı.
Soyağacı, başta Rıza Nur olmak üzere pek çok kişi tarafından Atatürk hakkında öne sürülen iddiaların niçin ciddiye alınmaması gerektiğini bir
kez daha seriyor gözler önüne.
Mustafa Kemal’in ailesi hakkında öteden beri, neredeyse tamamı dedikodu niteliğinde olan ve itibarını zedelemeyi amaçlayan söylentiler ortaya atılmıştır. Mustafa Kemal’in, 1924 yılında Bayındırlık Bakanı olan kuzeni Süleyman Sırrı Bey ile birlikte hazırladığı soyağacı, bütün bu iddialara cevap niteliği de taşıyor.
TÜRKİYE’de öteden beri Atatürk’le uğraşmanın en ucuz yollarından birisi, ailesi ile ilgili iddialar ortaya atmaktır. Bunlardan en ünlüsü ise Sağlık ve Eğitim Bakanlığı da yapan Dr. Rıza Nur tarafından ‘Hatıratım’da dile getirilmiştir. Cumhuriyet dönemi çalışan tarihçiler doğal olarak gülüp geçmişlerdir bu türden iddialara ama Atatürk’ü yıpratmayı yahut ismini zedelemeyi amaçlayanlar da bundan bir türlü vazgeçmemişlerdir.
İşte NTVTarih Dergisi’nin Kasım sayısında ilk kez yayımlanan Atatürk’ün soyağacı, bu türden iddialara da cevap niteliği taşıyor. Derya Tulga ile Ayşegül Parlayan’ın imzasını taşıyan haber, Atatürk’ün soyağacı konusunda yapılan çalışmaların genel bir özetini de veriyor. Ancak, asıl önemli olan, 85 yıl sonra ilk kez yayımlanan bu soyağacının doğrudan Mustafa Kemal tarafından hazırlanması. Dergide yer alan bilgilere göre, Mustafa Kemal, kendisi gibi Hacı Abdullah Ağa’nın torununun torunu olan ve Cumhuriyet’in ilk Bayındırlık Bakanlığı görevini yürüten Süleyman Sırrı Bey ile birlikte oturup soyağacını hazırlamaya başlıyor.
Dergiden takip ediyoruz:
MUSTAFA KEMAL HAZIRLADI
“Zübeyde Hanım dahil aile büyüklerinin peşpeşe hayata veda etmeleri, belki de bu kararın alınmasını etkilemiştir. Çalışmada diğer kağıtlara göre katlamaya biraz daha dayanıklı olan ve tuval olarak da kullanılan beyaz keten resim kağıdı seçilir. İş bittikten sonra Gazi, Süleyman Sırrı’ya kendisinden sonra bu şecereyi muhafaza etmesini tembihler. Fakat o sırada zor şartlarda çalışan Süleyman Sırrı Bey, 51 yaşında vefat eder. Böylece şecere, Süleyman Sırrı’nın ilk evliliğinden olan kızı Gülseren Hanım’la oğlu Fikri Ziya Aral’a miras kalır. Yeni kuşakların eski yazıdan anlamadıkları için şikâyet etmeleri üzerine Aral, 1987’de bunu Latin alfabesine çevirir, yeni kuşakları ekler ve kısa süre sonra vefat eder. Gülseren Hanım’a kalan aile emaneti 2009’da onun da vefatıyla tek çocuğu Ahmet Esmen’in eline geçer.”
SOYAĞACI AHMET ESMEN'DE
Peki ama bu kadar kıymetli bir belge, nasıl olmuş da bugüne kadar kütüphane raflarında kalmıştır? Ahmet Esmen şöyle diyor: “Durumu anlayabilecek yaşa geldiğimde annemle babam beni karşılarına alıp, ‘Tesadüfler bu kıymetli insanla aynı soydan gelmene sebep oldu. Senin bunda hiçbir marifetin yok. Ayrıca hepsinden önemlisi, akrabalığın verdiği bir mesuliyet var’ dediler.”
SOYAĞACI HANGİ YALANLARI ÇÜRÜTÜYOR
Dergİdekİ yazıda, 85 yıl sonra ortaya çıkan soyağacının bugüne kadar ortalıkta dolaşan pek çok iddiayı çürüttüğü de belirtiliyor:
“Pek çok yerde ortaya atılan Zübeyde Hanım’ın Hacı Sofiler’den olduğu iddiası bu şecereyle çürüyor. Çünkü bu aile Mustafa Kemal’in değil, şecerede görüldüğü gibi Hacı Sofilere gelin giden Gülsüm Molla yoluyla Süleyman Sırrı’nın sülalesi. Bazı kaynaklar, Zübeyde Hanım’ın babasının tam üç kere evlendiğini kaydetmesine rağmen şecerede bunu göremiyoruz. Israrla Atatürk’ün teyzesinin oğlu iddia edilen eski TKP liderlerinden Reşat Fuad Baraner de şecerede gözükmüyor, zaten şecereye göre Atatürk’ün teyzesi yok, iki dayısı var.”
MAKEDONYA TÜRK ŞİİRİNDE ATATÜRK
Avni ENGÜLLÜ, araştırmacı-yazar
Makedonya Türk şiirinde Mustafa Kemal Atatürk’ün konu edildiği, ona adanmış şiirlerin azlığından-çokluğundan söz etmenin gereksiz olduğunu gösteren başlıca kanıt, bu şiirlerden bir kitap dolusu bir seçmeliğin rahatça yapılabileceğidir. "Makedonya Türk Şiirinde Atatürk" denince, bunun birçok yanıyla değerlendirilmesinin bir gereklilik olduğu da bellidir. Öyle ki, Makedonyalı Tür şairlerinde Atatürk’ü konu edinen, ona, yapıtına adanan şiirlerin sadece bulunduğunu anmakla yetinmek doğru olmaz. Buradan giderek de, konuya daha değişik bir yönden yanaşmayı doğru bulduk.
Atatürk’ün bir halk ya da halkçı devrimi gerçekleştirdiği dönemde, Türkiye’de cumhuriyetin boy gösterdiği yıllarda, böylesi halkçı yönetimlerden yoksun olan ülkelerin sayısı da az değil. O yıllarda, bu ülkeler arasında içine Makedonya’yı da kapsayan Krallık Yugoslavya’nın da bulunduğu bilinen bir gerçektir. Yugoslavya’da Türk olmayan aydınlar arasından çıkan kalem erleri, Atatürk’ün yapıtını kendi ortamlarında dile getirip değerinden söz ediyorlardı. Onun yapıtında, insanlığa yeni çevrenlerin açıldığını gören, o dönemin Yugoslavya’sında yaşayan öteki ezik halklar arasında Türkler de bulunuyorlardı. Onlar ana ülkelerinde yenileşmeyi içten yaşayarak, bu yenileşmeyi aralarında dile getirmek gereksinimini de duyuyorlardı.
Her ulusta şiire bir bağlılık sezilmektedir. Şiirle duygularını daha rahat, daha içeriksel açıklanabildiğinden olacak ki, böylesine durumlarda onlar şiire baş vurmaktalardı. Şiire olan bağlılıksa Türklerde biraz daha büyük olsa gerek. Bu, onların şiirle geleneksel bir bağ içinde olduklarından ileri geliyordu her halde.
Nedir ki, hakların ciddi olarak kısıtlandığı bir dönemde, Türk halkı kendi dilinin yitirilmemesini, özellikle halk yazını türünden örneklerle sağlıyor. İşte bu yıllarda konumuzun işlenmesini kolaylaştıran, az da olsa, kimi yazın örneklerine rastlıyoruz. Yugoslavya ve dolayısıyla bu sınırlar içinde bulunan ama adı anılmayan Makedonya'da Türk halkı, Türkiye’nin kurtarıcısının dünyada, özellikle balkanlarda, toplumsal yaşamaya yeni bir soluk getireceğine inanıyordu. Bundan olacak o, bunu şiirleştirip türküleştirmeye çalışıyor:
"... Anadolu mert yeridir
Kemal Paşa rehberidir
Ordumuz da nam kazandı
Çünkü anın her yeridir.
İstihkâmın içi derin
Kurşun yağar karın karın
Biz kurşundan çekinmeyiz
Kader ne ise bulur yerin.
Pek şanlıyız,
Pek namlıyız... "
Yayın etkinliğinin gerçek bir yönde gelişmemesi, yayınlanan gazetelerin bir yandan hiç denecek kadar az oluşu, öte yandan o zamanki kralcılığı önde tutan partilerin bir bakıma yayın organlığını yapmaları, halk arasında doğan bu şiir örneklerinin kaydını önlemiştir. Bu dönemde ilginç bir şey daha görülüyor. Atatürk devrimi yalnızca bura Türkleri arasında değil, özgürlükçü öteki halklar arasında da seviliyor, övülüyor. Atatürk’ün başlattığı kurtuluş savaşı, özgürlük severlerce Boşnakça söylenen bir destanda şöyle dile getiriliyor.
"...Ovog lijeta petoga nisana
Ferman stiže Mustaf’e Kemala,
Ethem Paši na grčkoj granici
Nek su hazur svi danas vojnici.
U subotu jedanaest sahati
Valja nama, deco, napisati
Ko pogine na dugu mejdanu
Nek halali Mustafu Kemalu
Kemal njega zaboravit neče
Dok se sunce oko zemlje kreče..."
Aynı dizeleri, anlamını koruyarak şöyle Türkçeleştirebiliriz.
"...Yunan sınırında Ethem Paşa’ya ilk elden
Ferman ulaştı Mustafa Kemal’den,
Bu yılın Nisan ayının beşinde
Hazır olmalı erler, savaş eşiğinde.
Günlerden cumartesi, saatin onbiri
Bize saldırmak düşer, çocuklar, ileri,
Savaş meydanında şehit düşecek olanlar
Mustafa Kemal’e hakkını helâl etmeli onlar
Dünya etrafında güneş döndükçe
Kemal de unutmaz onları, bunu bildikçe... "
Bu dilde buna benzer örneklerin daha da bulunduğuna inanmaktayız. Her nasıl olursa olsun, tarih buralarda yaşayan halkları birbirine kardeş etmiştir. Tarihçiler çıkar, bunu bir başka bir biçimde göstermeye çalışabilirler, oysa halk, bunu yapmacık bir davranış olduğundan içine sindiremez. Bunu bir destandan alınmış dizelerle de örneklemeye çalışalım. Boşnak dilindeki şiire yakın bir içerikte, bir de Arnavutça destan var. Arnavut halkının söylediği bu destanda da Atatürk’ün yapıtı şiirleştirilmektedir:
"...Emën të ri pashës ja ka vue
Emën të ri ni emën te madhë
Heu, ju vu emnin Mustafa Qemalë... ej.
Të shtat kralat në kom jan çue
Me Qemalin dona me luftue!...
Mir Qemali na u ngrit në kom,
Kush osht turk me din me imon-e
Çeksaj rendi ka me u ngrit në kome
Heu, sot t’hakatje për vatone, ej... "
Aynı dizeleri yine anlam bütünlüğüyle şöyle Türkçeleştirebiliriz:
"... Yeni addır verdik bizler paşamıza
Öyle yenice, uluca bir ad behey,
Hey, Mustafa Kemal adını taktık, hey.
Ayağa kalkmıştı yedi kral giderek,
Kemal’le savaşa hazırız, diyerek.
İyi ki Kemal ayaklandırdı bizi,
Türk olan herkese, diniyle imanıyla
Ayağa kalkıp baş kaldırma zamanı ,
Hey, yurt uğruna çaba sunmanın anı... "
Burada bir örneğin daha verilmesi herhalde yerinde olur. Yine arnavutça olarak bir dörtlük var.
Rnoftë Mustafa Qemal Pasha
Me m’ja e me vjetë!///
I punoftë krejtë m’let’
N'gur' e dru e bjeshkë t'shkretë!!!
(Fahriye Spahiu, 1912-1980)
Bunu Türkçe olarak da verelim:
Yaşasın Mustafa Kemal Paşa
Binlerce yıl yaşasın o...
İşgüzar olsun milletin
Taş ağaç çatlasa şu kara dağda.
HABER
Atatürk'ün kendi ağzından hayat hikayesi
Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ocak 1922’de Vakit Gazetesi’nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin'e (Yalman) verdiği mülakatında kendi hayatını şöyle anlatmıştı:
Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilâhîlerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okulu’na devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı.
Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım.
Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okulu’na yazıldım.
Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum.
Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selânik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selânik’te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı.
Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı.
Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum.
O sırada annem Selânik’e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu.
Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldu bitti olmuş oldu.
Ortaokul’da en çok matematiğe ilgi duydum.
Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.
Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun!
O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize:
“Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım” dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak;
“Ben bundan iyi yaparım dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi.
Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızca’da geri idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulu’nun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim.
O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu, Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı.
“Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende kalıcı oldu.
Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okulu’na geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.
İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk.
Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Beyin kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu, Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu.
Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık.
Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk.
Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulu’nda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum.
O zaman okullar müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış;
“Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor” denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş
Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşaya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu.
Çıkarken; “Yalnız izinsizlikle yetinebilir” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi.
Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu.
Bu sırada Fethi Bey adına eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik.
İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saray’a mensub bir de yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşanın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saray’a götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, Başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilât kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar.
Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selânik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kur’a çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kur’aya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilâtlar bulunduğuna delil diye telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzülerle bazı meseleler vardı. Dürzüler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım.
“Hürriyet Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı.
Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilât daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim.
Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi” şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı.
Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selânik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşanın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik’e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından Meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selânik’e girdim. Bir gece, Şükrü Paşayı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selânik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesini kurdum.
Selânik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum.
Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım.
Selânik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakkî ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selânik’e gelmiş. “Terakkî ve İttihat Derneği’nin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilân edildi.
Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsî gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.
Bu kötülükleri bir yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı.
Mesele şundan ibaretti: İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysa ki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi.
Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri” denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçe’ye çevirisini düşünerek “Hareket Ordusu” deyimini kullandım.
31 Mart meselesi çözümlenince yeniden Selânik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım.
Meşrutiyetin ilânından sonra teşkilât kurmak için Trablusgarb’a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakkî Kongresi’ne delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat ve Terakkî’nin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü.
Bundan sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selânik Kolordusu Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni 38.Piyade Alayı’na komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada Selânik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı görüldü. O zaman Selânik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmay’da bir göreve atadılar.
Selânik’te bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken, Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü.
İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi kuvvetleri komutanlığında bulundum.
Asıl memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm.
Bu yılın sonunda Genel Savaş ilân olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda kurulan 19.Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16. Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslar’dan geri alınmasıdır.
Savaşın son aşamasında bazı düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm.
O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman genel karargâhına gittik ve Alman batı cephesinin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok inandım.
O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi.
Bu geziden hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’da kaldım.
Diğer yandan Sina cephesinde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki oldu!
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Ordu’ya komutan atandığımdan söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığı’na yeniden başlamak üzere Nablus’a gittim.
Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken hemen kabineyi (Hükümet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi kabine kuruldu, ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim.
İstanbul’a ulaştığımda benim gözümde durum şu idi, Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi
Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclis’in dağıtılmasına şahit olduk.
İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü.
İstanbul’da oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki; hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım.
Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu.
İzlediğim çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim.
Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık.
Milletvekillerinin yeniden seçilmesi, Meclis’in İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclis’in işgale uğraması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturmaya girişilmiş ve böylece 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlât-ı Esâsiye (Anayasa) Kanununda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: millî egemenliğin tümüyle ortaya çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî hakimiyetimizin bir kişi, ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir.
Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı.
Halkçılık teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş hâlini de düşünürsek Meclis’in çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını takdir etmemek imkânsızdır.
Misak-ı Millî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır.
Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır.
Bu gerçeklikleri millî iman tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.
Küçük bir program kadrosu söylemek gerekirse; Teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.
Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hale getirilecek, millet refah sahibi olacaktır.
Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir.
Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabiî. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisi’nin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun, türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği yüksektir.
Buna karşılık bazı özel inanışların varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve şahsî programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi kabul edileceğini sanmıyorum.
Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı herhangi bir program filânın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın olabilir.
Misak-ı Millî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur
HABER
Atatürk'ün baba tarafı Yörük, anne tarafı Türkmen
Habertürk 22 Nisan 2014
Anıtkabir Komutanlığı 23 Nisan’da Anıtkabir’i ve 81 ilde garnizon komutanlıklarını ziyaret edecek çocuklara armağan etmek üzere “Atatürk ve Çocuk” kitabı hazırladı.
Kitabın ilk bölümü şöyle: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1881’de Selanik’te Kocakasım Mahallesi, Islahhane Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu.
YÖRÜK
Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır.
Baba tarafından dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi 14-15. yüzyıllarda karaman’dan Makedonya’ya, Kocacık’a yerleşmiş Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörüklerindendir.
KONYARLAR TÜRKMENİ
Annesi Zübeyde Hanım ise Selanik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş köklü bir Türk ailesinin kızıdır.
Annesinin ailesi de Karaman’dan gelen ve Rumeli’de “Konyarlar” diye bilinen Türkmenlerdendir.”